TOMRUK BEYDEN EŞİ FİDANA MEKTUP
Gül Fidan Merhaba, Ben eski eşin Meşe Tomruk
İçimden hemen “beni bir gün olsun anlamadın” diyerek söze başlamak geliyor. Hayır, içimden böyle demek gelse de bunu demeyeceğim. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ki esasında ben de seni anlamamışım hiç. “Ben de” diyerek buna ikimizi ortak etmem de yanlış belki de, kim bilir! Sanırım sadece ben seni anlamadım hiç.
Hatırlıyor musun, bazen bana manasız gelen kaprislerin ve triplerin olurdu, bunu saçma bulduğumu söylerdim ikide bir. Sanki her zaman mantıklı olman gerekiyormuş gibi. Sanki evimiz mantık kulübüymüş yahut bizler mantık dersinden imtihan olan Eflatun’un çaylak öğrencileriymişiz gibi. Bu tür tepkilerinde amacın mantıklı olmak, sorunun ise mantıksız olmak, böylece mantık sınavını geçip geçmemek değilmiş besbelli ki. Bunu o zamanlar hiç anlamadım, lakin şimdi az çok anlayabiliyorum
Sadece o halinle de seni sahiplenmemi, o durumda dahi seni anlayabilmemi, o durumda bile seni kabullenebilmemi bekliyordun besbelli ki. Bana “her zaman bu kadar katı mantıklı olma” diyor, “anlayışlı ve hoşgörülü ol” egzersizleri yaptırıyordun belki de. Belki de böyle yaparak günün birinde elden ayaktan düşersen yine yanında kalıp kalamayacağımı test etmeye çalışıyordun içten içe, kim bilir. Şuan ki mantıksızlığımı çekerse yarın bir gün yaşlandığımda, hastalandığımda, yani benle yaşamanın mantığı kalmadığında da yanında olur muyum, onu anlamaya çabalıyordun muhtemelen.
İnsansın sen de, bazen sinirlendiğin oldu, uyanan öfken seni yüksek dozlu ve nispeten uzun konuşmalara zorladı. O an esas derdin psikolojindi, ben değildim halbuki. Sen sadece uyanan öfkeni dışarı akıtmaya, biriktirmeyerek boşaltmaya, patlama noktasına vardırmamaya gayret ediyordun. “Bu ailemizin saadeti ve geleceği için şart” diye düşünüyordun sanırım. Nazın geçtiği için bunu genelde bana karşı yapıyordun sadece.
Bense bu en insani hakkı bile çok gördüm sana. Hemen ağzına tıkadım sözlerini, senden daha gür çıkan o davudi sesimle. “Bırak konuşsun, ne istiyorsa söylesin, boşaltsın içini, yarın ki daha büyük, daha zararlı duyguları mayalayacak en ufak bir kırıntı kalmasın yüreğinde, kıymetli eşimin şuan önemli olan ihtiyacı sadece bu” diyemedim. Zaman zaman üç beş kuruş menfaat hatırına müşterilerime bile tanıdığım bu hakkı çoğu kere çok gördüm. Bunu hayatımın en özel kişisine, sana, eşime çok gördüm, evet!
Dışarıda yedi kat yabancının hanımını – kızını görünce kibarlıktan kırk kat oldum eğildim, adeta iltifatta dörde katladım kendimi. Ama bana hayatını adayan sana gelince “ne yapayım ben böyleyim, yapım bu” dedim. Bir bakıma “işine gelirse” demeye getirdim yani.
Dünyanın merkezi olarak hep kendimi gördüm. Oysa ben sadece çocuklarımla senin ortanda, ailemizin merkezinizdeydim. Lakin sizlere en uzak galaksideki sönük bir yıldız gibi ilgisiz davrandım. Bir fırsatını bulup yaklaştığınızda ise bu sefer de güneşe dönüştüm, umudunuzu yaktım, beklentinizi kavurdum. Ben ne zalim bir adammışım böyle! Zalim lafını duyunca aklıma hep Saddam Hüseyin gibi birkaç ülkenin despot liderleri gelirdi oysa!
Kaç defa “Anneme gideceğim” dediysen çoğunu “daha dün oradaydın” diyerek saçma bulduğumu söyledim. Oysa tamamına yakınına “tamam” diyerek sen beni -onca saçmalığıma karşın- anladın. Fakat ben anneni haftada iki kere görmek istemeni bir türlü anlayamadım. Hem de bir kere bile! Duygularında dahi mantık aradım. Kendi mantığımın haklılığı peşinde koştum. Oysa ailesine bu kadar düşkün bir eşim olduğu için gurur duymalıydım. “Anasına düşkün olan bana da, çocuğuna da, eşine de olur” demeliydim. Anneni hiç görmesen daha çok sevinecek gibiydim. Oysa asıl buna üzülmeliydim, fark edemedim. Fiyatı inen ya da son günlerde ücreti artan vitrindeki malların dışında neyin farkına varabildim ki zaten.
Saçını taradın karşımda, cilve yaptın salonda, baktın olmadı alnımdan estin, daha da olmazsa inadıma konuştun ama yok, yine de fark edemedim seni, içinde boğulduğun gerçeği. Sadece pazardan beş dakika geç dönünce vardım farkına. Yahut kardeşinle günlük telefon konuşmalarını bir - iki dakika uzatınca.
Senin beş dakika geç gelmen ya da birkaç dakika fazla konuşman hataydı da benim bu kadar basit şeyleri bu denli sorun etmem hiç hata değil miydi sanki. Sendeki hatalara karşı her zaman Doğrucu Davut oldum, kendiminkilere karşı ise aşağı mahalledeki Sağır Osman dayı! Doğrucu Davut amca ile Sağır Osman dayı anlaşabilir mi canım, söylesene! Sağırlık iyileşmez belki diyelim hadi, peki şu doğruculuk huyumu olsun bırakamaz mıydım, o ailemin burnumda tüten gül hatırı namına!
Şuan içimden gelse de, “Ahh eşek kafam” demiyorum. Demeyeceğim de. Çünkü içimden gelen ve bizi bu duruma getiren pek çok sese küstüm artık. O yüzden çok istesem de “eşeğin tekiyim” demiyorum. En çok da, “Bir eşekle evlenmişim demek ki” diyerek daha fazla üzülmeni istemiyorum. Eşek olduğumu kendi içimde hissetmek benim için ziyadesiyle yeterli. Sen beni yine “aslında iyi biri ama anlayışsız, fena biri değil lakin çok ilgisiz” dediğin eski “meşe tomruğu” eşin olarak hatırla!
Sadece bunlar mı!
Hatırlıyorum da işyerime giderken sırf “her gün önünden geçiyorum” diye iki simit, üç boğaca alıp gittim. “Arkadaşlar sağ olsunlar mutlu oluyorlar” dedim. Ama aynı fırının yanında olan hediyeciden bir kez olsun sana ufacık bir toka, küpe alıp dönmedim evimize. Ekmeden biçmeyi bekledim hep. Biçemeyince evimin tarlası olan sana kızdım aptalcasına. İnsan kızınca kendini ne kadar da haklı sanıyor değil mi. Hele bunu bir de biraz fazlaca kızarak yaptığında elinde yüz iğnesi, bin de çuvaldızı olsa birini bile batırmaz insan kendine!
Bu arada senle ne zaman tartışsak bana akıl veren, nasihat eden komşu Seher abla da pas vermiyor artık biliyor musun! Bakışlarını kaçırıyor, “sana müstehak” dercesine! Herkes ne kadar da iyi gün dostuymuş böyle.
Hep ele güne bakarak aldandım. Dışarıdaki çoğa kandım. Oysa bin bir zorlukla götürdüğün psikolog bana, “Eşinin, yuvanın kıymetini bil. Dışarıdaki çokluğa bakıp aldanma. Unutma eldeki bir kuş daldaki on kuştan iyidir” demişti, anımsıyor musun!
Alt tarafı üç - beş dakika sürecek bir yemekte bile çorbanın tatlı mı tuzlu mu olduğunu sorun ederdim çoğu zaman. “Bu yemek bu tatla, bu kadar tuzla yenir mi hiç” derdim. Oysa şimdi günlerim, aylarım tatsız tuzsuz geçiyor ama ne de güzel yapabiliyorum. Yemeklerini bazen beğenmediğim olurdu, bilirsin. Şimdi çoğu akşam yemeklerini yediğimiz lokantanın sanki sanayi yağı kullanarak yaptığı o ağır yemekleri bile şikayet etmeden yiyebiliyorum. Hem de üstüne para vererek!
İtiraf ediyorum şimdi:
Annem yokluğunda sürekli çekiştirirdi seni. Hep hatalarını dile getirirdi, sanki kendisi zemzemle yıkanmış gibi. O namaz kılmaya başladı başlayalı, hacdan döndü döneli kendini böyle görüyor nedense! Senin din bilgin az çok vardır, sahi hacda zemzem suyu içmek ruhu yıkıyor mu! Peki namaz için günde beş kere su ile alınan abdest egzersizleri her kişide gönlü tertemiz etmeye yetiyor mu? Geçen gün hoca tv’de dedi. Bir ayet varmış galiba: “Vay o namaz kılanların haline” diye, doğru mu!
Ona bir kez olsun, “Anne derdin ne! Artık eşim hakkında benle konuşma, hatası varsa ne yapayım, ayrılayım mı, onu mu demeye çalışıyorsun yani! Lütfen bundan böyle eşim yokken (hatta yanında bile) hakkında bir şey duymak istemiyorum. Onu seviyorum, o benim ailemin kadını, çocuklarımın anası, onla bir ömür geçirmeye kararlıyım ve bu kararımdan vazgeçmek gibi bir niyetim yok” diyemedim. Böylece bir kez olsun suyu baştan kesemedim, deliği daha ufacıkken tıkayamadım. Hep suskun kalmayı, her seferinde “ne şiş yansın ne kebap” demeyi tercih ettim. Oysa şimdi hem şiş, hem kebap, hem de evimiz yandı.
“Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” derler. Yarım yamalak inanç kültürüm bizi ailemizden etti, baksana. Çünkü hatırlarsın, en ufak bir problemde “Ana hakkı” diye hep anamı tutardım. Bunu yapamayacak kadar fazla haklı olduğunda ise sadece tarafsız görünürdüm ama tarafsız olanın bitaraf olacağını anlayamadım. Senin de kul olduğunu, seninkinin de “kul hakkı” olacağını kestiremedim hiç. Tüm bunları “annem kırılmasın” diye yaptım. Oysa geçen gün “her şeyin nedeni sensin biraz da” diyerek öyle bir bağırmışım ki ona. Yani onu iş işten geçtikten sonra pekala kırabildim. O da, “Ayrılmasaydın oğlum, eşek kadar adamsın, beni dinlemek zorunda mıydın” deyivermesin mi. Yani gözünde hatalı yine ben oldum. O ise çıkıverdi işin içinden kolayca.
Ahhh ahh! Yine “eşek kafam” demek geldi içimden ama direneceğim, demeyeceğim. Çünkü eşekler bile sahibiyle geçinebiliyor, onca yükü ve kaba muameleyi “ne de olsa insandır” deyip hoş görebiliyor. Baksana eşek bile biz insanoğlunu çözmüş ama ben çözememişim.
Sen bana ne zaman, “Bu böyle gitmez, zor bulursun benim gibisini” dediğinde “Herkes öyle diyor, oooo sen öyle san, biri gider biri gelir” demek gelirdi hep dilimin ucuna. Biri gitti ama bini değil, biri bile gelecek gibi görünmüyor şimdi, bakıyorum da şöyle. Senle kol kola yürürken tüm kadınlar sanki bana bakardı. Şimdi hepsi başını kaçırarak mı geçiyor yanımdan ne!
Sana hiç söyledim mi bilemiyorum ama adımın Meşe, soyadımın da Tomruk olması rastlantı mıdır diye hep merak etmişimdir. Artık daha iyi anlıyorum ki yaşamda hiç bir şey rastlantı değilmiş.
Şimdi derin derin düşünüyorum da aslında paylaşamayacak neyimiz vardı bizim. Bak sonunda çocuklarımızı bile paylaştık oysa. Kızla ortanca sende, büyüğü de bende.
Sahi sonunda en zorunu bile paylaşabildikse daha kolayını niçin paylaşamadık zamanında!
“Hani kaybedince anlarsın” derler ya. “Anlamak” için olduğu gibi “paylaşabilmek” için de illaki kaybetmek mi gerekiyor yoksa!
Kaybetmeden anlamayı nasıl, nerede, ne zaman öğreneceğiz, varsa bunun okulu bana adresini yollasana!
Yo, yo galiba bu okul beynimizde, yani içimizde. Mevlana’nın dediği, “Akıl önceden tedbir almak içindir, sonradan ah çekmek için değil” ve “Gel de birbirimizin kadrini bilelim; çünkü ansızın öleceğiz, ayrılacağız birbirimizden” sözlerinin taşıdığı manayı idrak edebilmekte.
Psikolog
İzzet Güllü