PSİKOLOG & YAZAR
İZZET GÜLLÜ
Üç dersten bütünlemeye kaldığı lise son sınıfta yüzde birlik dilime girerek Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümünü kazandı. Buradan 1997 senesinde vasat bir dereceyle mezun oldu.
Yaklaşık 25 yıldır bir hastanede Klinik Psikolog olarak görev yapan Psk. Güllü; Psikiyatri Uzmanı Hekim ve Psikolog ekip işbirliği içersinde çalışan, bu nedenle sürekli eğitim ve gelişim imkanı da sunan, ayrıca danışan sirkülasyonunun oldukça yoğun olduğu bu klinikte çocuk davranış problemlerinden ileri safhadaki yetişkin sorunlarına kadar sayısız danışanla klinik görüşmeler yaptı.
Böylece binlerce saatlik (30.000 saatten fazla) psikolojik danışma, psikolojik değerlendirme ve psikoterapi deneyimine sahip oldu.
Bu süreçte Sağlık Bakanlığınca açılan sınavı kazanarak, "Psikologların Psikolojinin Tıbbi Uygulamalarında Görev Alması" yetkisini de kazandı.
Hastanedeki asli görevi yanında;
Sulh ve Ağır Ceza Mahkemelerinde Uzman Bilirkişilik,
Aile Mahkemelerinde Aile Danışmanlığı ve Bilirkişilik,
Emniyet Müdürlüğü bünyesinde Psikolojik Danışmanlık,
Cezaevi Kurum Psikologluğu,
PMYO ve POMEM Sınavlarında ve Valilik bünyesinde bazı Komisyonlarda üyelik gibi bir dizi ek görevlerde bulundu. (Bu komisyon çalışmaları nedeniyle iki adet takdir belgesi aldı!)
Ayrıca Sağlık Bakanlığı’nca geliştirilen ve Sağlık Müdürlüğü bünyesinde yürütülen SÜDGE (Sürücü Davranışları Değerlendirme ve Geliştirme) Programında da görev aldı.
Alkol ve madde bağımlıları, mahkumlar, boşanan çiftler, şiddet mağdurları, engelli bireyler, psikoz hastaları gibi toplumdaki tüm sorun gruplarıyla çalışma şansını yakaladı.
Yine birkaç Diyaliz ve Rehabilitasyon Merkezinde kısmi zamanlı olarak hizmet verdi.
Sağlık Bakanlığı bünyesinde açılan muhtelif kurslara katılarak mesleki gelişimini çok yönlü olarak sürdürdü. Başta Wisc-R olmak üzere önemli testleri uygulama ve yorumlama yeterliliğine sahip oldu.
Psikolojik sorunlara karşı, adına "İKNA VE TELKİN TERAPİSİ" dediği kendine özgü bir yaklaşım modeli olan,
Özellikle “Öğrenme, Başarı ve Sınav Heyecanı” konularında özgün çalışmaları bulunan,
Etkili bir sınav kaygısıyla başa çıkma tekniği ile, "Suni Kekeleme Egzersizi" adında yeni bir konuşma terapisi tekniği de geliştiren,
"Okumasını bilen için her vaka ayrı bir kitaptır. Uygulama alanı bizim mesleğin laboratuarıdır" diyerek mesleki konularda araştırma, düşünme, üretme ve yazma çalışmalarına aralıksız devam eden Psikolog GÜLLÜ evli olup bir kız çocuğu babasıdır.
Yoğunlaştığı Sorun Alanları
*Çocuk Davranış Problemleri *Okul, Uyum ve Ergenlik Sorunları *Yetişkin Sorunları (Özellikle de Okb ve Panik Atak... Ayrıca Anksiyete) *Aile İçi ve Eşler Arası Sorunlar *Öğrenme, Başarı ve Sınav Heyecanı *Dil ve Konuşma Bozuklukları (Sadece Kekemelik) *Ayrılık, Boşanma, Sevilen Kişi Kaybı, İflas, Göç Gibi Zor ve Travmatik Nitelikli Yaşam Olayları Sonrası Gelişen Gündelik Sıkıntılar
Sunduğu Hizmet Türleri
*Sözü Edilen Sorun Alanlarında Birey, Grup ve Aile Merkezli; Eğitici, Geliştirici, Destekleyici, Yönlendirici ve Çözümleyici Nitelikli Psikolojik Danışma, Psikolojik Değerlendirme, Psikolojik Eğitim, Psikolojik Destek ve Psikoterapi Hizmetleri
Yayınlanmış Eserleri
1. Sen Hasta Değilsin (Yeni)
2. Elek (Yeni)
3. Çok Abarttınız (Yeni)
4. Sağlıklı Aile (Baskısı yok)
5. Büyük Ruh Sağlığı Projesi (Kitapçık)
6. Uzman Ebeveyn (Baskısı yok)
Yazıları ve Makaleleri
Muhtelif platformlarda yayınlanmış, sadece internet ortamında 5 Milyon okunma sayısını geçmiş 1000'den fazla yazı ve makalesi bulunmaktadır.
Mesleki Yaklaşımı / Misyonu
Bir makalesinde geçen şu cümleleri mesleki anlayışını ve misyonunu özetlemek için yeterli olsa gerektir:
"...İçinde bulunduğum sektör bize öyle dehşetli bir fare tarifi yapıyor ki. Biz de fareyi her gördüğümüzde ruhen deliye dönüyoruz haliyle. Aslında bunun nedeni fare değil; zihnimizde inşa edilen fare imajı - algısı! Ruhsal sorunlardan etkilenmek işte böyle bir şey. Ben yeni bir şey söylemiyorum; bile bile yok sayılan bir gerçeği hatırlatıyorum sadece. Çünkü ruhsal sorunlar mesleki kitaplarda bile hastalık olarak değil; bozukluk olarak geçer. Ne hikmetse sadece pratikte böyle bir hava estirilir. İlaç tıbbi açıdan, terapi psikolojik açıdan hastalık muamelesi çeker; yaşadığımız sorunlara. Biri pazarlamadan, diğeri ise uzayan seanslardan kazanır çünkü. Sanılanın aksine tıbbi tedavi ve terapi ruhsal denilen sorunları besler. O yüzden sorunlar uzman sayısı ile paralel artar; bilakis azalması gerekirken! Çünkü her ikisi de, "Sen hastasın, üstelik bu hastalığının adı bile var" mesajı verir. Böylece kişileri hasta olduklarına tam bir teslimiyetle iman ettirir. Beyni sorunların üstüne kilitler. Kilitlenen beyin -doğal işleyiş gereği- kilitlendiği şeyi beslemeye başlar. Ruhsal sorunlarda en etkili yöntem danışmanlık, eğitim ve destektir. Tarih boyunca da bu böyle olmuştur. Sosyal destek ile. "Sen hastasın, bak adı da şu" dediğinizde kişinin eline silgi vermiş olursunuz. Tedavi kalemi ile siz yazarken beyni bu silgiyle anında silmeye başlar. O halde çözüm şudur: Önce doğru bilgilendirme yani psikolojik eğitim! Sonra yöntemsel bilgilendirme - danışmanlık! Tüm bunların yapılabilmesi için de teşvik edici destek... Sadece tedavi mi yanlıştır! "Hastalık" etiketlemesi de böyledir. Bu kavram yüklendiği olumsuz çağrışım nedeniyle kaygıya, korkuya, gerçek dışı beklentiye, mücadeleci bir yaklaşıma neden olur. Tüm bunlar ise ruhsal ateşin altına odun atmak, üstüne de benzin dökmek anlamına gelir. Hatırlayın: Adam kanseri bile yeniyor! Ne diyor? "Savaşarak, mücadele ederek yendim" demiyor. "Onu yok kabul ettim, önemsemedim, hastalıktan dahi saymadım" diyor. Demekki hastalıktan saymadığınız takdirde kanser bile yenilebiliyor. Ruhsal sorunlar kanserden daha ileri bir hastalık mıdır! Ruhsal sorunları niye yenemiyoruz peki? "Hastalık" saydığımız için... Bunu kim sağlıyor? Hastadan ve hastalıktan, hatta bunların yıllara yayılmış halinden beslenen kapitalist ruhsal yardım statükosu. Bu statüko bizi yanlış trene bindirmiş, vagonda doğru tarafa koşturmakla hedefe götürmeye çalışıyor. ABD 'deki bir lobinin kanaati telkin ve propaganda sonucu bizlerin hastalığı olmuş! Ben bir kıvılcım yaktım, bu bana nasip oldu. Allah izin verirse yakın bir gelecekte bu trenden ineceğiz. İşte o gün ruhumuz özgürlüğüne kavuşacak! Tıpkı yüz yıl öncesine kadar olduğu gibi..."
Bu yaklaşımını nasıl izah eder
"30.000 feet yükseklikten baktığınızda yer yüzü farklı görünür! 30.000 saatten fazla mesleki görüşme deneyimine sahip olunca hem baktığınız yer hem de gördükleriniz değişiyor. Uzaktan bakan biri bakteri diye bir canlı yok diyebilir. Cihazla yakından inceleyen biri ise muhteşem yaratılışta minik bir canlıya şahit olur."
Kendisi Hakkında Bazı Kişisel Bilgiler
Psikolog Güllü'nün yazıları ilgi çekici bulunur. Aslında kişilik yapısı ile yaşam öyküsü de böyledir. Mesela çocukluğundan beri hiç dizi ve film izlemez. Bu konuda, "Ben aile ve kültür ocağımıza incir ağacı dikmeye çalışanlara kazma kürek taşımam" şeklinde düşünür. Ayrıca bu filmlerdeki sığ ve zeka fukarası içeriği kendi aklına hakaret olarak görür. Herkese bunu böyle görmelerini tavsiye eder. Pek müzik dinlemez. Takım olarak Beşiktaş'ı tutar lakin maçlarını seyretmez. Meslek camiasında biraz zayıf olan bir şeye o sahiptir; itikatlı bir psikologtur. Maneviyattan beslenmeyen bir psikolojinin insan ruhu gibi oldukça kompleks ve metafizik olan bir yapıyı anlamada yetersiz kalacağına inanır. Gözönünde olmayı, özellikle de ilgi görmeyi sevmez. Çünkü göreceği her ilgi ve alaka ile yükünün daha da ağırlaşacağını, böylece altında daha fazla ezileceğini düşünür. Tefekkür etmeyi, derin düşünmeyi, boş şeylerden kaçınmayı yeğler. Belli bir siyasi görüş bağnazlığı yoktur; vatan sevgisi, çalışmak, üretmek, dürüstlük, hizmet gibi değerlere hangi dönemde kim sahipse rahatlıkla onu savunabilir. Bu konuda avami ifadeyle (ülkesinin hayrına) "tutarsız" birisi denilebilir! Aşırı duyarlıdır. "Herkes evinin önünü temizlese tüm şehir tertemiz olurdu" hakikatinden hareketle mesleki nitelikli sorunlarla adeta tek kişilik bir ordu gibi mücadele eder. Gerek kişisel ikramlarında gerekse mücadelesini verdiği konularda oldukça ısrarcıdır. Lafı eğip bükmez, net bir üslupla ve dümdüz yazar. Çevresindeki insanlara özellikle niyet bozukluğuyla ilgili yanlışlarında ikinci bir şans vermemeye çalışır! Çünkü hayatın gereksiz deneme yanılmalarla harcanamayacak kadar özel ve kısa olduğunu düşünür. Sağlam ancak az sayıda dostu vardır. Kötü günlerde yanında olmayacağına inandığı kişilerle iyi günlerini de paylaşmamaya gayret sarfeder. En illet olduğu şey kibirdir. Özellikle de içleri bom boş bir başak tanesi oldukları halde kafaları dimdik havada gezinenler ile kıllarıyla ve tüyleriyle övünenlerin kibri! Haketmediği şekilde bilinmekten, yanlış bir izlenim oluşturmaktan son derece büyük rahatsızlık duyar. O sebeple "dindar" birisi olmadığını her fırsatta vurgular. Duygusal boyutta olmasa bile dava anlamında bilerek ve isteyerek, yani faydasına inanarak azıcık da olsa kin güder. İkili ilişkilerinde birazcık alıngan olduğu söylenir. Öfke kontrol mekanizması sabır taşı derecesinde sağlam değildir. Bu olumsuz gibi duran yönlerinden kurtulmak yerine onlarla barışık olmayı bizzat kendisi tercih eder. İyiye ve kötüye farklı davranmaya azami gayret sarfeder. Çünkü güle su vermenin adalet, dikene su vermenin ise zulüm olduğuna inanır. Konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih eder. Sadece okuyarak değil; araştırarak, gözlemleyerek, özellikle de derin düşünerek öğrenmeyi yeğler.
Yaşamına Dair Bazı Enekdotlar
(0) Psikolog Güllü'nün doğumu da enteresandır! Bir 30 Ağustos Zafer Bayramı günü, üstelik de yolda, traktörün üzerinde doğdu. Besbelliki dünyaya gelmek için sabırsızlanmış, hastaneye kavuşmayı bile bekleyememişti. Yani dünyaya gelişi bile bir garip olmuştu. Sanki ilk günden ileriki yaşamı hakkında bazı ipuçları veriyor gibiydi.
(1) İlkokulun bulunduğu köy hergün üzerinden geçerek gidip geldiği derme çatma bir köprünün öte yakasındaydı. Yıllar önce yendiği uçak fobisinin de muhtemelen nedeni olan bu köprü, üzerinde yürürken, adeta bir annenin ninni söylerkenki dizleri gibi sağa sola sallanırdı. Çünkü bu köprü iki çam ağacının bir iple yanyana bağlanması ile meydana getirilmişti. Bazen sözkonusu dere köprünün tabanına değecek kadar sel ile dolar, öyle akardı. Çoğu zaman arkalarında, "Hav... hav..." diyerek kendilerini kovalayan köyün sahipsiz köpekleri olurdu. Önlerinde ise kendilerini yutmak için adeta deliren azgın dere, karşılarında da zilin çalmasını bekleyen okulları... Tabi akıllarında da ders!...
(2) Yatılı okudu. Yurttaki ilk günlerinde yeni alınan bir çanta dolusu eşyası çalındı. Dolabına ise kendinden en az beş beden büyük eski bir pantolon bırakıldı. Elbisesiz kaldı. Ailesi de dahil kimseye diyemedi. Aynı günlerde koyu fanatik bir fenerlinin, "Yeni mi geldin lan sen, hangi takımı tutuyon söyle..." lafına usulca, "Beşiktaş abi" yanıtını verince ne olduğunu anlayamadı, birden hışımla kovalanmaya başladı. Koca binanın etrafında var gücüyle en az 4 - 5 tur attı, lakin yine de yakalanmadı.
("Her şeyde bir hayır vardır" derler. Çok doğru! Bu koşu gizli olan bir yeteneğinin açığa çıkmasına neden oldu. Dolayısı ile önce okulun atletizm takımına, ardından da, "Demekki güçlü olmam da gerekiyor" diye düşünerek güreş takımına yazıldı. Her iki branşta da il birincilikleri aldı. Bölgesel ve ulusal müsabakalara katıldı.).
Yine kabus dolu bu günlerde hiç suçu yok yere yediği yumrukla bir gözü şişti. Herkesin kafa bulup takıldığı bir büyüğe sırf ortama uyum sağlama ve üzerindeki kasveti dağıtma adına şaka yapmaya kalktı. Bunun, "Sen daha dün geldin lan, burnun mu kalktı..." sözüyle beraber gözünde adeta bir şimşek gibi patlayacak olan koca bir yumruğa sebep olabileceğini kestiremedi. Çünkü henüz çok küçüktü. Ancak duyguları en az bir yetişkin derecesinde olgundu. Yaşadığı mahcubiyet duygusuyla okulu bırakıp köyüne geri dönmeyi düşündü. Köyündeki sosyal baskı endişesiyle, "Bak filanın oğlu gitti de okuyamadı, geri geldi" derler düşüncesi ile azmini yeniledi, iradesini biledi, yılmadı, devam etti. Görüyorsunuz ki şimdilerde mahalle baskısı denilen sosyal etki mekanizması bazen çok faydalı bir işlev de görebiliyor!
(3) Zorunlu etüt saati dışında herkesin salona toplanıp istisnasız kung-fu, karate filmleri (kasetten) izledikleri saatlerde o yurdun köyüne doğru açılan penceresinden uzun uzun gök yüzünü ve yıldızları seyretti. Adeta karanlığı bir sinema salonu fonu gibi kullandı, üzerinde köyünü ve ailesini izledi. Sonra da, "Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır" dercesine, ufacık yüreği sızlaya sızlaya soğuk ve boş bir sınıfta saatlerce ders çalışmaya koyuldu. Özel televizyon kanallarının bulunmadığı, o yüzden videonun çok popüler olduğu, her akşam rutin bir biçimde filmlerin seyredildiği bu mazbut yıllarda tek bir gün, tek bir film dahi izlemedi. (O günlere inat mıdır bilinmez, halen de izlemez)
(4) Üniversitede kendisine verilen "ücretsiz" yemek kartına rağmen, "Aaa yazık, baksana şu çocuğa, mağdur demekki" denmesinden çekindiği için çoğu gün ücret ödedi. Ardından babasının kıt imkanlarını böyle saçma bir davranış yüzünden heder ettiği düşüncesine kapılarak suçluluk duygusu yaşadı. Bazen, "Herhalde kimse kalmamıştır bu saatte" diyerek yemekhaneye geç gitti. Baktı olmadı üç - beş tur daha dolandı geldi, lakin yine birilerine yakalandı. "Yo, böyle de olmuyor" diye düşünerek bazı günler hiç yemek yememeyi tercih etti. Çoğu zaman koca günü aç aç geçirdi. (Ama yine de ölmedi.)
(5) Görevindeki ilk yıl, aniden kesildiği için yarım kalan görüşmesini yolda tamamlamaya kalkışınca hastane koridorunun tam ortasında yer alan foseptik kuyusuna düştü. "İyiki boğulmadım, maazallah ölseydim bizimkiler meseleyi çevreye, eşe / dosta nasıl izah ederdi" diye düşünerek (demek öldürüp kuyuya atmışlar denmesinden çekinerek) sosyal çevreye verdiği aşırı önemi birkez daha ispat etti.
(6) Bu arada kurumundan 16 aylığına ayrı kalarak askere gitti. Acemi birlikte girilen sınavı dördüncü olarak tamamlayınca kura çekimlerine kaldı (ilk üçe girseydi şayet, askerliği istediği ilde yapacaktı), kural gereği kurayı ilk çekti. Koca torbada sadece iki adet bulunan Şırnak ilinden biri kendine çıktı. Bunun, "Şırnak" mı yoksa beyninde patlayan "Şırrak" diye bir ses mi olduğunu bir süre algılayamadı. Böylece kutsal vatani görevini Şırnak iline bağlı dağlık Cudi / Gabar bölgesindeki çok zor şartlarda yerine getirdi. Dağın tepesinde seyyar bir konteynır içinde kurulmuş olan ancak akvaryumu dahi bulunan "Psikolojik Danışmanlık Merkezi"nde yüzlerce mehmetçiğe muhtelif testler uyguladı, psikolojik destek hizmetinde bulundu. Askerlik sürecinde de mesleğinden ayrı kalmamış oldu!
(7) Yaşadığı şaşkınlıktan olsa gerek, birliğe katıldığı günün sabahı kendisine "Hoşgeldin" diyerek tokalaşmak isteyen tugay komutanının (yaşına hürmeten... Çünkü öyle öğretilmişti kendisine) elini öpmeye kalkıştı. Bir refleksle aniden eline kapaklandı. Bir an için, "Bu kim ya, nerden çıktı böyle..." sözleriyle birbirine karışan garip, tuhaf, yadırgayıcı bakışlara hedef oldu. Kimbilir, belki de bu davranış köklü askerlik tarihimizde bir ilkti. Bir ara kendisine yan köyden dağa otlamaya giden ve akşama geri dönen yüzlerce küçük ve büyük baş hayvanın çetelesinin tutulması, yani tek - tek sayılması görevi verildi. Hesap - kitap işleri. Terfi evet (!)
8) "Bildiğimiz anda sorumluluğumuz başlar" ilkesiyle ve, "Sebep olan bizzat yapan gibidir" düsturuyla hareket ederek mesleğini ifa ettiği alanda şahit olduğu sorunları ve suistimalleri hiç çekinmeden kaleme almaya başladı. Bu konularda ilk defa dile getirilen tespitlerde bulundu, son derece çarpıcı gerçeklerin kitlelere ulaşmasına öncülük etti. Birbakıma kendisine durumdan vazife çıkardı. Haliyle taşranın, "Bel altı vurma, İftira, yıpratma, itibarsızlaştırma" türünden klasik silahlarıyla bir dizi psikolojik saldırıya uğradı.
"Işığın hüzmelerinden ancak karanlığa alışmış olan yarasalar rahatsızlık duyar. O sebeple ya gözünü çıkarmaya ya tepene pislemeye çalışırlar" diyerek mesleğini ifa ettiği psikososyal sorun alanlarındaki aykırı yazılarına / tespitlerine, karanlıkta bırakılmış yahut çarpıtılmış gerçeklerle ilgili olarak kitleleri uyarma, bireysel ve toplumsal farkındalık oluşturma misyonuna aralıksız devam ediyor.
Not: Yaşamı en az bunlar kadar çarpıcı ve renkli anekdotlarla devam etmektedir. İleride bunları bir kitapta toplayarak yayınlamayı düşünmektedir. Hatıraları, kalın bir kitabın hacmini dolduracak seviyeye çoktan ulaşmış durumdadır.
"Biriktirdiğin değil, paylaştığın senindir" (Yunus Emre)