İlkokulda Yılmaz adlı (Giresun'lu) sevgili öğretmenimin kravatlı ve elbiseli, yani klasik köy yaşantısından farklı ve son derece şık giyimli hali beni okumaya karşı ilk olarak ateşleyen unsur oldu. “Ben de okuyacağım, çünkü ben de böyle giyineceğim” dedim. Yoksa bırakın bilgisayarı ve televizyonu, dolayısı ile her şeyden haberdar olmayı; elektriğin bile bulunmadığı yahut yeni geldiği o mazbut yıllarda başka da bir öğreniş, uyanış, fark ediş, yöneliş, yani motivasyon ve bilgi kaynağı mevcut değildi.
Bizim civarda karşı köydeki dayım dışında okumuş tek bir kişi yoktu mesela. Dayımın öğretmen oluşu bende okumak için bir örnek oluşturmaz; bu sadece tek bir kişiye mahsus özel bir durum gibi gelir, algı dünyamda emsal teşkil etmezdi nedense. Kravata ve şık elbise giymeye olan özentim ile yanan okuma hevesim, “Evin tek oğlu, bağda bahçede çalışsın, ne gerek var” şeklindeki tipik ebeveyn düşencisiyle sönmek üzereyken yine aynı öğretmenim yetişti, kendi içinde sessizce feryat eden ufacık yüreğimin imdadına. “Bu çocuğu ya siz okutun ya da ben okutacağım” dedi, bu konudaki yoğun ısrarları ile sönmek üzere olan şevk ateşimi yeniden yaktı. Böylece okul hayatım tam bitmek üzereyken başladı.
Aslında çok uzun hikaye… Ortaokul… Lise… Derken Üniversite… Akabinde psikolog olmak… Ve tabi ki iş hayatı… Ardımdan önce amca oğlum Hayati’nin öğretmen olması ile, sonra civar köylerden başka kişilerin peş peşe gelmesiyle gelişen, adeta yerleşik düşünsel statüko zincirlerini kıran bir silkelenme süreci…
Düşünüyorum da, bu süreç bu yönde işlemeseydi, söz gelimi okulumuza atanan öğretmen kravat takmasaydı, belki daha rahat diyerek spor giyinmeyi tercih etseydi de bendeki okumaya heves kıvılcımını bu şekilde yakmasaydı, velhasıl akranlarım gibi ben de köyde kalsaydım!
Kuvvetle muhtemeldir ki sahip olduğumuz beş dönüm tarlaya soğan sarımsak ekip biçecek, toprağa ve iklime bağlı bir yaşam sürecektim. Yağmur bol yağınca elimi açıp Mevla’ya şükredecek, az olduğu dönemlerde strese girip ürkek gözlerle gökyüzünde bulutların seyrini gözetleyecektim. En fazla iki inek ile bir buzağım olacak, hem sabah hem öğleden sonra olmak üzere günde iki kere onları otlatmaya götürecek, inekler otlarken elime aldığım bıçakla bir sopa parçasını yontarak ucu sivri, tıpkı mızrağa benzer bir nesne yapmaya çalışıyor olacaktım. Sonra da onunla ineğe dürterek, “Nişt, nişt…” diyerek her akşamüstü güneş batarken evimin yolunu tutup geri dönecektim!
Bazı günler akşam eve gelince çoluk çocuğun komşu ile kopardığı kızılca kıyamete şahit olacak, sorduğumda, “Tavukları bizim bahçeye girmiş de…” sözünü duyacak, bunda doğal olmayan hiç bir şeyin bulunmadığını kavrayamayacak, belki de koca dünyayı tavuk – bahçe meselesine indirgeyip cebelleşecek, komşularla sürekli itişip duracaktım. Böylece en yakın kişilerle bile geçimsiz, kavgalı, küs bir yaşam sürüp gidecektim. Kim bilir belki de bu tavuk meselesiyle başlayan sürtüşme kısa sürede ilerleyecek, derken işin içine kin, alınganlık, gurur türü duygular girecek, o zamanlar adam öldürmenin sinek öldürmekten daha zor olmadığı bir çevrede / kültürde ya birinin canına kastedecek ya da böylesi bir eylemin mağduru olacaktım.
Bu, okumasaydım, psikolog olmasaydım nasıl olurdu tablosunun kabaca çizilmiş bir resmi. Peki okumanın, örneğin psikolog olmanın benzer zorlukları yok mu? Olamaz mı! Elbette ki var. Esasında yaşamın değişmesiyle sorunlar sadece renk ve şekil, daha doğru bir anlatımla “kabuk” değiştiriyor. Ancak sana yaşatacakları varsa şayet bu “özler” i yaşatma görevine yine -en fazla başka şekil ve surette- aynı hızla devam edebiliyor.
Bu minvalde, okumaktan, psikolog olmaktan daha zor olanı işinizi (nacizane) başarılı bir kişi olarak yapmanız! Sıradan bir okumuşluğun veya psikolog olmanın zorlukları getirdiği kazanımların yanında devede kulak kalır! Ancak, “Köyden çok zor şartlar altında bu noktaya geldim, bari kıymetini bileyim, hiç olmazsa hakkını vereyim, bu işte daha da başarılı olayım” dediğinizde zamanında köyünüzde yaşadıklarınıza yahut yaşayabileceklerinize rahmet okutan sıkıntılar başlıyor hayatınızda.
Hele hele de iki - üç yılda 400 makale yazar, bu makaleler kısa sürede 1000.000 kere okunur, üstelik de bunlar bazılarının hayranlığını celp edecek derecede beğenilirse, ayrıca üç beş basılı eseriniz olursa, taşrada yaşamanıza rağmen sayısız kere ulusal basında yer alırsanız çevrenizde ve hayatınızda çok şey kısa sürede değişmeye başlıyor. Uzaktakileri, hiç tanımadıklarınızı yakınlaştıran, yakınınızda ve yakın olanları ise hızla uzaklaştıran bu süreçte biri pasif diğeri agresif olmak üzere genelde iki tür tepkiyle karşılaşıyorsunuz.
Öncelikle samimi dost dediklerinizin size eskisinden daha az değer verdiklerini gözlemliyorsunuz. Ardından çok arayan daha az arar, zaten az arayıp soran ise hiç arayıp sormaz oluyor. Sıradan ilişkilerinizin olduğu, sadece selamlaşıp ayaküstü hal hatır sorduklarınız ise size terliğini çaldığınız salak bir hırsızmışsınız gibi bakmaya, sonra da selamsız sabahsız yanınızdan hızla uzaklaşmaya başlıyor.
Bunlar pasif tepkiler oluyor. Bir de bulunduğunuz duruma agresif tepki verenler ortaya çıkıyor. Herkes bir anda, eski köye yeni adet getirme "densizliğinizin" bedelini burnunuzdan adeta fitil fitil getirmek için uğraşmaya başlıyor. Hem de ne uğraşma! Kimi, "Ama, fakat, lakin..." diyerek usul usul sizi kötülüyor, kimi kendine yakışanı yaparak iftira atıyor! Kimi kendince hasta - danışan kanalını tıkamaya çalışarak, kimi de görev yerinizin değişmesiyle rahatlatmaya çabalıyor, sızlayan ruhunun en onulmaz acısını!
Tüm bunların muhatabı olan kişiye de etkisi oluyor haliyle. Mesela aldığınız psikoloji eğitimi ile “haset ediyorlar” demek istiyor insan! Sonra insani yanınız rahatsız oluyor, “Niye etsinler ki” diyor, bu sıfatı birileri ruhuna yakıştırırken siz dilinize bile yaraştıramıyorsunuz. “Ama o zaman…” diyor, bu sefer de başka makul izahlar bulmakta zorluk çekiyorsunuz. Sonra başka deneyimler de yaşıyor, kıskançlığın sadece çocuklara has bir sorun olmadığını, daha aşırısı olan haset illetinin modern bireyin en yaman illeti olduğunu keşfediyorsunuz!
Hele bu dönemde bir de yakın hısım ve akraba çevrenizden talihsiz muameleler görürseniz bunu bile bu yazıda sözünü ettiğim gelişmelerle izah etmeye kalkabiliyorsunuz. Yani acayip derecede alınganlaşıyor, genellemeye açık, yıkık dökük bir hale gelebiliyorsunuz! Uzunca bir süre çok kötü işler çevirmiş biri gibi hissediyorsunuz kendinizi!
Bir ara küser gibi oluyor, kabuğunuza çekilesiniz, “Lanet olsun” diyesiniz geliyor. Allah gönderiyor olmalı ki tam da böylesi dönemlerde birkaç samimi kişi hayatınıza giriyor, bu kişilerden aldığınız güçle, “Yo, devam, devam edeceğim” diyor, kırılan gücünüzü tamir ederek tekrar toparlanabiliyorsunuz!
Sonunda, yoo belki de tam sırasında, “Sen yap yapılması gerekeni, sonra da at denize, boş ver…” sözü yetişiyor imdadınıza, içinde taşıdığı yüce hakikat ipiyle! O ipe tutunuyor, onunla çıkıyorsunuz, içine çekilmeye çalışıldığınız karanlık kuyudan. Tam da boğulmak üzereyken hem de! Ama boğulmuyorsunuz yine de!
Sonra bir yükten, en büyük yükten kurtuluyor, aslında özgürleşiyorsunuz! Kimse için bir şey yapmamayı öğreniyor, kimseden bir şey beklemeden iş yapmanın o dayanılmaz keyfini yudumluyorsunuz! İşte o andan itibaren yaptığınız her şey en çok sizi doyurmaya, en fazla size hizmet etmeye başlıyor.
İşte o zaman sonucun değil, sürecin ehemmiyetini keşfediyor; niyetin yapılandan, niteliğin sayıdan, verdiklerinizin aldıklarınızdan çok daha önemli olduğunu keşfediyorsunuz. Ve işte o zaman herkes alma ve alarak keyiflenme peşinde koşarken siz çoktan vermiş olmakla almış, bunun iç huzuruyla ve gururuyla yükselerek mutluluk bulutlarının üzerinde bir serçe kuşu kadar hafiflemiş bir biçimde sürüyorsunuz yaşamınızı. Bu hafiflemenin, yukarılarda kanat çırparak yaşamanın adına huzur diyorlar!
Evet huzur, son asırda insanlarca en çok aranan duygu! Hiç ummadığınız böylesi bir debelenme süreci sonrasında, hem de bir anda buna sahip oluveriyorsunuz! İşte o zaman, "Yapılan hiç bir şey boşa gitmez" diyor, "Her şeyde bir hayır vardır" sözünün taşıdığı yüce manayı bir kez daha iliklerinize değin hissediyor, adeta yeniden keşfediyorsunuz!
Sonuç
Gemide yükü omzunda taşımamak, yere bırakmak, akıp giden ve seni zaten götüren nehirde boş yere kürek çekmemek, kendini sadece ve sadece akıntıya bırakmak, sonra da tebessüm ederek, "Rabbim, sen tesadüfen iş yapmazsın! Senin her şeyinde bir hayır vardır" demek ne kadar ferahlatıcı, ne denli kolaylaştırıcı!
Psikolog
İzzet Güllü